10 Ağustos 2011 Çarşamba

Hamuş ve Bişrev

Hamuş!..
Dedi Mevlana kendisine Hamuş!... Yani Suskun!...
Sustuğu yerde açıldı kapılar, önüne serildi ışıltılı kelimeler, kalbi duygular…
Hamuş!.. dedi sustu Mevlana… Sustu ve kapandı karanlıklara…
Karanlıklara Şems doğdu sonra… Baktı…... Gördü… Adına Aşk dedi…
Candan özge candan öte olana… Yaprakta tohumu, damlada okyanusu gördü sonra…Hamuş!.. Demiştim ben de kendime.
Sözün bittiği yerde, noktanın konduğu yerde susmuştum bütün kelimelerimi. Anlatmak yormuştu nazenin bedenimi… Anlaşılamamak ise en çok yüreğimi. Sustuğu yerde anlaşılmaktı belli ki bütün derdi…
Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Seni anlatmayan bütün kelimeleri susmuştum. Senle başlamayan bütün cümleleri bir bir bozmuştum.
Şems ol da gel karanlıklarıma doğ diye ummuştum… Umutmuşsun!.. Unutmuşum!...Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Suskunluğum verilene rıza göstermekti…
“İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta” diye başlayan o tekerlemeye eşlik etmekti. iyi ve güzeli sana kötü ve çirkini kendisine seçmişti…
Suskunluğun bedeli sadece bu seçimdi…
Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Dün’ü dünde bırakmak adına…
”Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”dı. Aşk! Demiştim sonra Aşk!...
Aranan bulunmuştu… Beklenen gelmişti… Aşk vardı ve ötesi çoktan unutulmuştu!...Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Sana da Şems diyecektim belki…
Kör kuyulara atılmasaydın bütün karanlığına rağmen görecektin güneşi…
Kapattın gözlerini, kestin attın son yanında yeşeren düşlerini…
Şems olmak kolay mıydı canı canana teslim etmeden?
Kendinden geçmeden aydınlanır mıydı kör karanlıklar, açılır mıydı kilit vurulmuş kapılar…
Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Sonra “ne olursan ol yine gel” demiştim… Önce kendine sonra kendindekine. Kendini bilmekti marifet…
Kendini bulmaktı meziyet…
Dev aynasında değil, boy aynasında seyretmekti asıl kendini keyfiyet…

Sonra “Bişrev!” dedi Mevlana… “Dinle!..”
Sonra “Bişrev!” demiştim ben de!...
Dinle!... Hamuş ol dinle!.. Kendin ol dinle!...
Tövbe et dinle!... Affet dinle!...Ama dinle!... İlle de dinle!...
Sath-ı müdafaada meşruiyet aramak senin neyine!...

Dinle!.. Hataya bedel, günaha kefaret biçmek senin neyine!...
Dinle!..Yenilen hakkı hukuku arşına endazeye, kiloya, grama, grata vurmak senin neyine!...
Dinle!.. Cüceler dev, ayaklar baş olmuşsa cüceyle boy, devle güç yarışına girmek senin neyine!...
Dinle!.. Akıllar uçmuş, fikirler gitmiş, duygular yerle yeksan olmuşsa, namus, edep haya, en çok da namustan, edepten, hayadan, akıldan fikirden yoksunların eline düşmüşse konuşmak senin neyine!

Sus ve dinle!..
Hamuş ve bişrev!..
Yangın yerine bak!.. Ateşten, külden, kordan ne var elinde!..
Pervane değilsen yaklaşma sakın ateşe!…
Can’ı Canan’a teslime hazır değilsen “ben Aşk’ım” deme kimseye…
Aşk gelmesin seninle dile… İncinmesin ne Mecnun ne Leyla ne gül ne de diken seninle!.. Ayağıma diken batacak diyorsan düşme çöle…
Ah u zar ederim diyorsan çekme gözüne sürme!.. Talipsen kara bahta kör talihe…Dinle!
“Gel, gel ne olursan ol yine gel!...” diyorsan,
“Hamuş!...” ol sen de…
Sonra da “Bişrev!...” de en sevilene!...
Ve semaya dursun yürekler Aşk’ın önünde…

2 Mayıs 2010 Pazar

Son Gazel..


Mevlana Celaleddin Rumi kendi hastalığı nedeniyle çok üzgün ve perişan olan oğlu Sultan Velede: Bahaeddin ben iyiyim, git yat, biraz dinlen, diye buyurduktan sonra şu son gazeli söylemişler ve yanında bulunan Çelebi Hüsameddin de Hazreti Pirin son gazeli diye yazmış.

Git başını yastığa koy, beni yalnız bırak.
Geceleri dolaşan bu kalbi harab ve müptelayı bırak.
Sevda dalgaları içindeyiz, geceleri sabahlara kadar
İstersen bizi bağışla gel , istersen cefa et.
O güzeller şahına vefa etmek icab etmez.
Ey yüzü sararmış aşık! Sen buna sabredip vefa et.
Bizim bir sevgilimiz vardır,
Kalbi karataş gibi sert ve yok yere aşıkları öldüren.
O, öldürür ve kimse ona kan pahasını sormaz.
Bu öyle bir det ki ölümden başka çaresi olmaz.
O halde ben: Bu derde deva bul, nasıl derim.
Dün akşam aşk diyarında dolaşan bir ihtiyar gördüm.
Bana: Bizim tarafımıza gel, diye eliyle işaret ediyordu….

9 Şubat 2010 Salı

Mevlana Jalaluddin Rumi

Come, come again, whoever you are, come! Heathen, fire worshipper or idolatrous, come! Come even if you broke your penitence a hundred times, Ours is the portal of hope, come as you are."

Mevlana who is also known as Rumi, was a philosopher and mystic of Islam, but not a Muslim of the orthodox type. His doctrine advocates unlimited tolerance, positive reasoning, goodness, charity and awareness through love. To him and to his disciples all religions are more or less truth. Looking with the same eye on Muslim, Jew and Christian alike, his peaceful and tolerant teaching has appealed to men of all sects and creeds. Mevlana was born on 30 September 1207 in Balkh in present day Afghanistan. He died on 17 December 1273 in Konya in present day Turkey. He was laid to rest beside his father and over his remains a splendid shrine was erected. The 13th century Mevlana Mausoleum with its mosque, dance hall, dervish living quarters, school and tombs of some leaders of the Mevlevi Order continues to this day to draw pilgrims from all parts of the Muslim and non-Muslim world.Whirling Dervishes The "dance" of the Whirling Dervishes is called Sema. Sema is a part of the inspiration of Mevlana as well as part of the Turkish custom, history, beliefs and culture. Sema represents a mystical journey of man's spiritual ascent through mind and love to "Perfect." Turning towards the truth, his growth through love, desert his ego, find the truth and arrive to the "Perfect," then he return from this spiritual journey as a man who reached maturity and a greater perfection, so as to love and to be of service to the whole of creation, to all creatures without discrimination of believes, races, classes and nations.


Turkish


Hz. Mevlana'nın Hayatı
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur.
Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı.

Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.

Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.